ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ |
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini | Yazarlar Dizini | Kaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi | Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası |
Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri |
ÂKİF PAŞA VE TORUNU İÇİN YAZDIĞI MERSİYE ÜZERİNE
BİR DEĞERLENDİRME
Cafer GARİPER
Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları
Yıl: 2, Sayı: 3, Güz 2005
Özet
XIX. yüzyıl klâsik sanatkârlarından Âkif Paşa, Adem Ka¬
sidesi ve Mersiye ile yenilik yapan bir şair olarak değerlendiril¬
miştir. Onun bu yazımızda üzerinde durduğumuz Mersiye’sinde
ölümü ele alış şekli araştırmacılarca Türk edebiyatı için bir ye¬
nilik sayılmıştır. Oysa Akif Paşa’dan beş yüzyıl kadar önce Yu¬
nus Emre ölüm temini benzer şekilde ele almıştır. Akif Paşa’nın
ölüm teminde yaptığı yenilik, ancak dönemiyle sınırlı tutuldu¬
ğunda anlam kazanır.
Anahtar kelimeler: Âkif Paşa, şiir, Mersiye, ölüm.
An Evaluation on the Mersiye Written by
Aşik Pasha for his Grandchild
Abstract
Akif Pasha, one of the classic artists of the 19 th century, is
regarded as a pioneer in poetry with his Works of Adem Kasidesi
and Mersiye. In this article we will try to explane his Mersiye
which deals with the theme of death and this work is highly regar¬
ded as an innovative piece in Turkish Literature by researchers. But
contrary to this view roughly five hundred years ago, it was Yunus
Emre who dealt with the theme of death with a similar style to Akif
Pasha. We believe that if Akif Pasha’s death theme is viewed in his
own time then it will make sense.
Key words: Akif Pasha, Mersiye, death, poetry.
Bu çalışmada düz yazıları ve iki şiiri ile edebiyat dünyasında dikkatleri
çeken XIX. yüzyıl sanatkârlarından Âkif Paşa (1787-1845)’nın edebî kişiliği
ve Türk edebiyatının yenileşmesi yolunda adından çokça söz edilen Adem Ka¬
sidesi üzerinde kısaca durulduktan sonra torununun ölümü üzerine yazmış ol¬
duğu Mersiye'nin Türk şiir geleneği içerisindeki yeri belirlenmeye çalışıla¬
caktır. Edebiyat araştırmacılarının, kendisinden sonra gelen yenilikçi sanat¬
kârlar üzerinde yaptığı etkiyle ölüm teminin Türk şiir geleneği içerisindeki
gelişim çizgisinde belirli bir paya sahip olduğunu ve yenilik getirdiğini ifade
ettikleri bu Mersiye, metinlerarasıhk çerçevesinde Yunus Emre (1240?-
1320)’nin şiir dünyası ile karşılaştırmalı olarak tartışmaya açılacaktır. Yunus
Emre’nin yanında ölüm temine bağlı olarak Ahmed-i Yesevî, Şeyyad Hamza
ve Âşık Yunus’un şiirleriyle de metinlerarası ilişkiler çerçevesinde ilgi kuru¬
lacaktır. Böylece edebiyat tarihçileri ve araştırmacılar tarafından zaman za¬
man ele alman yahut bir vesileyle sözü edilen bu Mersiye'nin Türk şiir gele¬
neği içerisindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır.
Klâsik Türk edebiyatı vadisinde eser kaleme alan Akif Paşa, Tanzimat
senelerinde daha çok Tabsıra adlı nesir kitabıyla ve mektuplarıyla tanınan ya¬
zar, şair ve siyaset adamı olmuştur. Hırslı yaratılışı, çalışkanlığı ve gayretiyle
hariciye ve dahiliye nazırlıklarına kadar yükselmiş, fakat, siyasî rekabet ve ta¬
lihsizlikler yüzünden çeşitli azil ve sürgünleri yaşamak zorunda kalmıştır.
Akif Paşa, sürgün yıllarında çok ıstırap çekmiş, yalnızlığa düşmüştür. Yakın¬
larına yazdığı mektuplarda sık sık yalnızlıktan şikâyet eden şair, kaynakların
verdiği bilgiye göre Bursa’da iken intiharı bile düşünmüştür. Dönemi içeri¬
sinde başarılı bir siyaset adamı olarak görülen Âkif Paşa, bazı araştırmacılar
tarafından “oldukça kabiliyetli, hoş ve müşfik bir mizaca sahip ve doğru ol¬
duğuna inandığı şeye sonuna kadar sadık kalan bir şahsiyet" (Gibb 1999:
489), “sâkin ve ağırbaşlı (...) etken ve bilgili" kişiliğe sahip biri (Koloğlu
1986: 8) olarak değerlendirilirken bazı araştırmacılarca da ihtiraslı, kindar, ik-
balperest, huysuz ve kavgacı biri olarak nitelendirilir (Tanpınar 1982: 93,
Kaplan 1978: 21, Uçman 1989: 261).
Onun Adem Kasidesi’ne dikkatle bakılırsa bu şiirin kendisiyle didiş¬
mekten zevk alan bir mizacın ürünü olduğu görülür. Sanatının genel görünü¬
şü itibarıyla yaratıcı sanatkâr kabiliyetine sahip olduğu pek iddia edilemeye¬
cek olan Âkif Paşa’nın belki de Adem Kasidesi ile Mersiye'sinin dikkatleri
üzerinde toplamasının temelinde yatan sebep, bu iki şiirinde daha ziyade bir
mizacın insanı olarak konuşmasıdır. Denebilir ki, bu iki şiiriyle Âkif Paşa’nın
sanatı yaşanan hayatın arızalarının yarattığı çatışmanın üzerine mizacın eklen¬
diği alanda varlık kazanır. Klâsik edebiyatta geleneğin belirlediği teşrifat üs¬
lûbunun (Akün 1994: 421) dışında kendi sesini bulduğu zaman bütünüyle bir
mizacın içinden konuşmasıyla bize bir buhranı yaşayan ve ıstırap çeken haki¬
ki insanı verir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın uancak sıkıntı ve ıztırap anlarında
şair olan Âkif Paşa" (Tanpınar 1982: 93) tespiti bu manada tam yerindedir.
Zira, “Nedim müstesna, Âkif Paşa edebiyatımızda bir mizacı bütün Ucalarıy¬
la konuşturan adamdır." (Tanpınar 1982: 94). Hiç de sanat dehasıyla dünya¬
ya geldiği söylenemeyecek olan Akif Paşa’yı, bir mizacın insanı olarak ko¬
nuştuğu bu iki şiiri, yeni nesiller üzerindeki tesiriyle yaşadığı çağı aşarak ge¬
lecek zamanın şairi yapar.
Türk edebiyatının yenileşmesi problemi çerçevesinde Âkif Paşa’nın
edebî kişiliği ve eserleri üzerinde durulmuştur. Nâmık Kemal (Âkif Paşa
1305: 7, Yetiş 1989: 122), Ebuzziya Tevfık (Ebuzziya Tevfık 1308: 107-108),
Şemsettin Sâmi (Şemsettin Sâmi 1996: 3048), Muallim Nâci (Muallim Nâci
1308: 205, aml 1995: 304), E. J. W. Gibb (Gibb 1999: 489) ve Arthur Alric
(Tanpınar 1941: 245) gibi bazı edebiyat adamları ve araştırmacılar tarafından
daha çok düzyazılarıyla yeni edebiyat anlayışının kurucucularmdan biri olarak
gösterilen Âkif Paşa; Süleyman Nazif (Süleyman Nazif 1926: 1568-1569),
İbnülemin Mahmut Kemal İnal (İnal 1988: 86-87), M. Fuad Köprülü (Köp¬
rülü 1989: 299), A. H. Tanpınar (Tanpınar 1941: 245-246), İsmail Habib [Se-
vük] (Sevük 1943: 6), Mehmet Kaplan (Kaplan 1978: 20), M. Kaya Bilgegil
(Ölmez 1997: 53-69), Abdullah Uçman (Uçman 1989: 261-262), Şerif Aktaş
(Aktaş 1996: 31) ve Ali İhsan Kolcu (Kolcu 2002: 17-36) gibi bazı araştırma-
cılarca da klâsik Türk edebiyatının içerisinde eski zihniyetin devamı olarak
değerlendirilir ve eski zihniyetin içinde yaptığı yeniliğe dikkat çekilir. M. Ka-
yahan Özgül ise onu “Eskinin Yenileri” arasında sayar (Özgül 2000: 103¬
105). Adem Kasidesi ile Goethe’nin Genç Werther’in Istırapları romanı üze¬
rinde karşılaştırma yapan Yavuz Demir de kasidenin devri içindeki yeniliği
üzerinde durur (Demir 1992: 25-27). Âkif Paşa’nm batı dili bilmediğini, ba¬
tıya her konuda yabancı olduğunu ifade eden Gibb, onun hem resmî dili, hem
de o zamanların revaçta olan edebî üslûbunu karıştırarak vücuda getirdiği
düzyazı ile eski yazış tarzını değiştirdiğini ve düzyazıda bir ihtilâl yaptığını
söyler (Gibb 1999: 489-490, Tanpınar 1941: 245, aml 1992: 193). Âkif Pa¬
şa’yı “tamamen yeninin içinde düşünmek bu çizgiyi zorlamak demek olur”
(Kavaz 2002: 58) diyen ve “bizim edebiyatımızda gerçek anlamda yenilik,
batıdaki örnek ve türlerle karşılaştıktan sonra ortaya çıkmıştır” kanaatini ta¬
şıyan İbrahim Kavaz, onun, dilin edebî türleri ifade edebilecek gelişmeyi
kendi içinde sağlaması yolundaki katkısı üzerinde durur (Kavaz 2002: 62).
Akif Paşa’yı, “edebî türlerin ortaya çıkmasında değil, edebî dilin Türkçeleş¬
mesinde yeniliğin yol açıcısı olarak” görür (Kavaz 2002: 68).
Âkif Paşa, her ne kadar eski zihniyeti ve hayat anlayışını sürdürüşü ile
klâsik Türk edebiyatı içerisinde değerlendirilmeye müsait eserler vermişse
de, İbrahim Şinasî’nin batı kaynaklı çabalarıyla başlayan yenileşme hareke¬
tinden daha önce sade bir nesre doğru giden diliyle, Adem Kasidesi ve küçük
yaşta ölen torunu için söylediği Mersiye ile yeninin kapısını aralar. Daha ye¬
rinde ve doğru bir söyleyişle, bilhassa yukarıda söz konusu edilen mizacın in¬
sanını veren bu iki şiiriyle, klâsik zihniyetin ve estetiğin dışına düşer. Her ne
kadar bir iki şiirinde şahsî oluşun ve ferdin ifadesini arayan söyleyişe yöne¬
lir gibi görünürse de genel karakteri itibariyle klâsik edebiyatın çemberinin
dışına pek çıkamaz. “O, orıdokuzuncu asır başının hayatında, fikrî itiyatların¬
da, dilinde sarsılmış, değerlere bağlılık ve güveninde eski cemiyetin kesin
standartlarından huzursuz bir ferdiyete giden insandır. Bu itibarla Keçecizâ-
de’nin, Vâsıf’m ve onlardan evvel gelenlerin birçoğunun eserlerinde hafif
belirtiler halinde görünen bir yığın şey, Paşa ’da bir nevi sarahat kazanır, de¬
mek hiç hatalı olmaz." (Tanpınar 1982: 94) Şair, diğer eserleri arasında hacim
olarak küçük kalan “ ‘Tabsıra’sı, bazı hususî mektupları, ‘Adem Kasidesi’ ve
bilhassa torunu için yazdığı o küçük mersiye ile, herhangi bir yabancı tesire
mâruz kalmaksızın, sadece hayatının ârızalarıyla yeni denilebilecek bir ede¬
biyatın nümunesini vermiştir.” (Tanpınar 1982: 94).
Akif Paşa’nın Adem Kasidesi'nde “içinde yaşanılan dünya ve varlığa
karşı nefret duygusu kuvvetli bir şekilde işlenmiştir. Cennet, cehennem, hat¬
ta mutasavvıfların özlediği elest meclisine dönüş ve Tanrı 'nıtı varlığında yok
olma (fenâ), böylece ebediyete ulaşmanın (bekâbillâh) zıddı olan ‘adem’kav¬
ramına methiye, İslâmî gelenek içinde oldukça yabancı bir düşüncenin teza¬
hürüdür." (Uçman 1989: 262) Muhtevadaki gelenekten bu ayrılışa karşılık di¬
ğer yandan şiirin iç düzenlenişinde, dil ve “kafiyenin gelişi güzeline tâbi olan
hayalleri ile, tamamiyle eski tarzın mahsulüdür.” (Tanpınar 1941: 246). Akif
Paşa, metafizik karakterli eseri Adem Kasidesi'nde varlığın karşısına koydu¬
ğu yokluğun yarattığı paradoksun içinden kurduğu çatışmaya bağlı olarak dra¬
matik insanın çelişkilerini vermesiyle, varlığa karşı yokluğu yüceltmesiyle,
huzursuz insanın bunalımını eserinin geniş kadrosu içerisinde çeşitli cephele¬
riyle sergilemesiyle Türk şiirine yeni bir tema getirir, yahut daha önce de yer
yer üzerinde durulan temanın kadrosunu genişletir. Kötümser ruh hâli, buna
bağlı olarak metafizik buhranı, başta Ziya Paşa ile Abdülhak Hâmit olmak
üzere, sonraki nesiller üzerinde etkisini gösterecektir. “Servet-i Fünûn şiiri¬
nin bedbinliğine varıncaya kadar az çok Akif Paşa’dan gelen bir şeyler var¬
dır." (Tanpınar 1982: 100). Hatta şairin bu kasidedeki pesimist ruh hâliyle
Mehmet Âkif’e de etki etmiş olabileceği düşünülebilir (Uçman 1989: 261).
Âkif Paşa’nm, Adem Kasidesi'nden sonra dikkat çeken diğer şiiri Mer¬
siyesidir. Şair, sade ve samimi bir dille ve hece vezniyle torununun ölümü
üzerine yazdığı bu koşma tarzındaki Mersiye ’de ölüm olgusunu ve fikrini klâ¬
sik anlayıştan farklı bir şekilde ele alır. Bu noktada A. H. Tanpınar’m Mersi¬
ye hakkmdaki "Bu artık ne eski mersiye, ne tarih düşürme sanatının doğur¬
duğu manzumelerin muvazaalı dünyasıdır, hatta ne de halk ağıtıdır. Küçük
şeklinde ve nispeten durulmuş dilinde insanın tâ kendisini arayan yeni şiir¬
dir.” (Tanpınar 1982: 98) değerlendirmesine büyük ölçüde katılmakla birlik¬
te, halk şiirindeki ağıtın ölüm hâdisesini zaman zaman kendi realitesinde bü¬
tün çıplaklığıyla sergileyebildiğini ve insanla bağ kurabildiğini de gözden
uzak tutmamak gerekir.
Şair, bu Mersiye ile klâsik anlayışın ölüm sonrasını pek sorgulamayan
tavrının dışına çıkarak, torununun küçük yaşta ölümünün ruhunda yarattığı de¬
rin ıstırabın tesiriyle ölümü ve ölüm sonrasını sorgulamaya girişir. Yer yer me¬
zarlık âleminin içine eğilerek realist bir bakışla orada gördüklerini şiirin dün¬
yasına taşır. Devrinin klâsik sanatkârları üzerinde açık tesiri belirmeyen bu
manzumenin, Adem Kasidesi’nde de görüldüğü gibi, İbrahim Şinasî’den son¬
ra gelen nesiller üzerinde etkisi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. A. H. Tanpı-
nar, Edhem Pertev Paşa’nın ‘Tıfl-ı nâim’ tercümesinden evvel çocuk ve çocuk
sevgisi temlerinin edebiyatımızda" bu şiirle başladığını ifade eder (Tanpınar
1982: 100). Yenileşme döneminde bilhassa Recaizâde Mahmut Ekrem ile
Abdülhak Hâmit’te bu Mersiye'nin tesirleri kendini gösterecektir. Bununla
birlikte Akif Paşa’nın Mersiye ’sinin fonksiyonu, Tanzimat sonrası yenilikçi
sanatkârları üzerinde ölüm teminde yaptığı etkiyle kalmaz. Bu şiiriyle şair, di¬
ğer yandan Cumhuriyet dönemi sanatkârlarının, doğrudan Mersiye'ye bağla¬
yamazsak bile, üzerinde ısrarla duracağı ölüm sonrasının da kadrosunu bir ta¬
rafıyla vermiş gibidir. Unutmayalım ki, metafizik derinlik kazanmayan, me¬
zarlık âlemiyle ve bilhassa insan bedeni üzerinde duruşuyla sınırlı kalan bu şi¬
ir, devrinden çok sonra yeni yeni açılımlara imkân hazırlar yahut hiç değilse
metinlerarası bağ kurabileceğimiz kadronun bir yanım verir görünmektedir.
Klâsik Türk edebiyatında mersiyelerle, halk edebiyatında ağıtlarla
önemli bir yer tutan ölüm, İslâm medeniyeti dairesinde ruhun bedenden ay¬
rılması olarak değerlendirilir (Demirci 1987: 94). Asıl itibariyle kuvvetli ve
köklü bir öte dünya inancı getiren İslâm dininin potasında yeni bir anlayış ka¬
zanan ölüm, korkunç olmaktan uzaklaşır. Zira, İslâmiyet ölümü karanlıkta ve
bilinmezlikte bırakmamış, onu belirli bir vuzuha kavuşturmuştur. Her şeyden
önce ölüm, mutlak bir son ve yok oluş değildir. Ölüm, bir başka âleme açılan
kapıdır. Yunus Emre bunu, aynı zamanda Türk insanının, ölüme bakış açısını
da gösteren şu mısralarla özlü ve güzel bir şekilde dile getirir:
Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkîdür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
(Yunus Emre 1997a: 80)
Denebilir ki, bu mısralarda ifadesini bulan ebediyet duygusu ve düşün¬
cesi, ruhun ölümsüzlüğü fikri, İslâm medeniyeti içerisinde şekillenen Türk
edebiyatının ana karakteristiklerinden birini kurar. Bir yönüyle hayatta ve
onun yansıması olarak edebiyatta hazin görünen ölüm, diğer yanıyla insanı
bütün benliğiyle kavrayan munis bir gerçeklik olur. Zira, İslâm medeniyeti
dairesi içerisinde şekillenen anlayışa göre insanın asıl varlığını teşkil eden
ruhtur ve ruh da ölümsüzdür. İnsanın sadece maddî tarafı, yani bedeni ölüm¬
lüdür. Ruh, bedendeki misafirliğini doldurarak bir istihâle geçirir, sonra ebe¬
dî âleme doğru yol alır. Bu inanış Yunus Emre’nin,
Ölürise ten ölür cânlar ölesi degül
(Yunus Emre 1997a: 220)
mısraında ifadesini bulur. Klâsik şiirin tasavvuf! cephesinde ise huzuru
ve gerçek kurtuluşu ölümde bulan şair, bunu bir korku unsuru ve ıstırap kay¬
nağı değil, Mevlânâ’da gördüğümüz şekliyle, “şeb-i arus” (düğün gecesi,
sevgiliye kavuşma ânı) olarak değerlendirir. O, ölüm hâdisesinin oluş sebe¬
bini ve mâhiyetini uzun uzadıya araştırma ihtiyacı duymaz. Zira, insan bilin¬
meyeni araştırır. Oysa sağlam bir inanç sistemine bağlı olan klâsik şair için
ölüm, bilinmezlerle dolu başka bir âlem olmaktan uzaktır.
Klâsik Türk şiirinde mersiyeler, halk şiirinde ise ağıtlar ölüm hâdisesi
ve kavramından daha çok ölen kişinin şahsî husûsiyetleri etrafında teşekkül
eder. Ölen kişinin iyilikleri, güzel yanları bir bir sayılır; genç ise erken ölü¬
münden dolayı duyulan üzüntü dile getirilir. “Mersiyelere bu açıdan bakıla¬
cak olursa genelde dünyanın geçiciliği, gaddarlığı ve zalimliği, feleğe sitem,
yas, övgü, olayın tasviri ve dua, temenni olmak üzere başlıca beş bölümden
meydana geldiği görülecektir. Şair ilk bende (veya beytlerden meydana geli¬
yorsa şiirin giriş kısmında) şiirine bu dünyanın geçici olduğunu, bu güzellik¬
lere kanmamak gerektiğini ve kâinatın aslında ne kadar zalim olduğunu vur¬
gulayarak başlar. Daha sonraki bendler kahramanın övgüsünü ve bu arada
böylesine değerli bir kişinin kaybından doğan üzüntüyü dile getirir. Bu bölüm
bazen yasa çevrenin, tabiatın da katılmasıyla daha farklı bir hal alır. Adeta
kahramanın ölümüne bütün âlem ağlamaktadır. Ardından da böylesine değer¬
li veya genç bir kişiye kıymış olmasından dolayı feleğe sitemler edilir. Mersi¬
yelerin son bölümü pek az istisna dışında daima dua ve temenni bölümlerin¬
den meydana gelmiştir.” (İsen 1993: XXXII). Genel manada klâsik mersiye¬
nin formunu ve iç plânını bu maddeler kurar.
XIX. yüzyılın klâsik sanatkârlarından biri olarak karşımıza çıkan Âkif
Paşa’nın Mersiye ile, daha önce ifade ettiğimiz gibi, bağlı olduğu gelenekten
ayrıldığını, onun dışına düştüğünü görürüz. Mersiye ile Âkif Paşa hem klâsik
mersiyenin formundan ve iç plânından ayrılır, hem de ölüm hâdisesi onun için
büyük bir ıstırap kaynağına dönüşür. Bu sebeple şairin ölüm ve ölüm sonra¬
sını konu alan Mersiyesi'nin yeni olduğu fikri üzerinde A. H. Tanpınar ısrarla
durur. Ona göre bu şiir, “Küçük şeklinde ve nisbeten durulmuş dilinde insa¬
nın ta kendisini arayan yeni şiirdir.,, (Tanpınar 1982: 98). Yine onun ifadesiy¬
le “Böylece Akif Paşa, bu onaltı mısranın içinde şiirin insanla münasebetini
değiştirdiği gibi, yepyeni bir tem de getirmiştir(Tanpınar 1982: 100). “Ne¬
dim ’den itibaren çerçevelerini zorlayan şiirimizde bu koşma, sadece teessü-
rî sahada kalmasına rağmen ilk muvaffak hamledir. Akif Paşa’nın ancak Şi¬
nasî’den sonraki nesil tarafından tanınmış olması da onun eseriyle edebiya¬
tımızda ne kadar yeni olduğunu gösterir(Tanpınar 1982: 100). Âkif Pa-
şa’nın “Torunu için yazdığı mersiyede şairin ilhamı, kasidede olduğu gibi es¬
ki şiirin insanı yarı susturan ve hislere mâhiyet değiştirten sistemi ile karşı¬
laşılmaz. Sanki hece veznini ve koşma şeklini almasıyla teessürî hayat bir¬
denbire bütün hürriyetini kazanır. Burada Nâmık Kemal’in, Vâsıf’ın şiiri için
yaptığı dikkatin isabeti meydana çıkar. Değişen teknik ile sanki insanın ken¬
disi meydana çıkmıştır. Filhakika daha ilk kıt’adan itibaren hakikaten duyul¬
muş şeylerin, dünyasına gireriz. Kaybedilen torunun küçücük ve sevimli var¬
lığı ve asıl mühimi ölümün kendisi, gerisi olmayan mâcera bizi birden bire sa¬
rar.” (Tanpınar 1982: 98). Bu sarış ve kavrayıştaki başarı önemli bir tarafıyla
şüphesiz duygunun samimiliğinde aranmalıdır.
Burada öncelikle tekniğe ait unsurlardaki değişme ile muhtevada mey¬
dana gelen değişmenin birlikte yürüdüğü şiirin metni üzerinde durmak gere¬
kecektir:
MERSİYE
Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni
Aylar günler değil geçse de yıllar
Telh-kâm eyledi firâkın beni
Çıkar mı hatırdan o tatlı diller
Kıyılanıaz iken öpmeğe tenin
Şimdi ne hâldedir nâzik bedenin
Andıkça gülşende gonca-dehenin
Yansın âhım ile kül olsun güller
Tagayyürler gelip cism-i semîne
Döküldü mü siyâh ebrû cebîne
Sırma saçlar yayıldı mı zemine
Dağıldı mı kokladığım sünbüller
Feleğin kînesi yerin buldu mu
Gül yanağın reng-i rûyun soldu mu
Acaba çürüdü toprak oldu mu
Öpüp ohşadığım o pamuk eller
(Âkif Paşa 1997: 164)
A. H. Tanpmar’m “Değişen teknik ile sanki insanın kendisi meydana çık¬
mıştır." (Tanpınar 1982: 98) derken, bu halk şiirinin formunu arayan Mersi-
ye'nin muhtevasında meydana gelen yeniliği önemli bir tarafıyla şairin tek¬
nikte yaptığı değişikliğe bağlaması yerindedir. Bazı araştırmacılar tarafından
halk şiiri tarzında yazılmış tek eseri olarak gösterilen (Parlatır 1988: 253, Uç¬
man 1989: 262) Âkif Paşa’nın Mersiye'si, onun şiir sanatı içinde bu alanda
heceyi kullanması bakımından yalnız kalmaz. Divançesinde bir de 6+5=11
duraklı hece vezniyle yazılmış koşma formunda “Şarkı”sı yer alır (Âkif Paşa
1997: 178). Bu da Âkif Paşa’nın halk şiiri kaynağına gidişte arzusunun ol¬
duğunu gösterir. Mahallîleşme cereyanı çerçevesinde klâsik şairlerde hecey¬
le yazılmış şiirlere daha önce rastlanmaya başlanmıştı (Köprülü 1989: 299).
Nitekim Nedim’in ve Şeyh Gâlip’in saz şiirinde kaynağını bulan hece dene¬
meleri bunlar arasındadır. “Hece vezninin Tanzimat'tan sonra birden bire ka¬
zandığı rağbette bu koşmanın, en yakın devirde gelenekten kopmuş örnek sı¬
fatıyla miihim bir hissesi vardır(Tanpınar 1982: 99). Şairin hece veznine ve
az çok halk diline gitmek istemesi yalnızca mahallîleşme cereyanı ile izah
edilemez. Kanaatimizce şair, aynı zamanda ölüm karşısında şahsî dramını,
kaybedilen torun karşısında duyulan acıları klâsik edebiyatın teşrifatçı üslûbu¬
nun ve klişeleşmiş ifade kalıplarının dışında dile getirme ihtiyacı duymuş ol¬
malıdır. Nitekim daha ilk hanede,
Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni
Aylar günler değil geçse de yıllar
Telh-kâm eyledi firakın beni
Çıkar mı hâtırdan o tatlı diller
söyleyişi, her türlü teşrifattan, tecrit plânından uzak, acı çeken insanın
samimi duygularını ve dramını verir.
Bu şiir aynı zamanda devri içerisinde yeni ve farklı bir söyleyişi getirir.
Akif Paşa, Mersiye ile yalnızca gelenekten ayrılmakla kalmaz, gelenekle bir¬
likte kendi şirinin de şekil ve muhtevasından uzaklaşır. Divançesinde yer alan
kızının ölümü üzerine tarih düşürdüğü mersiye ile yapılacak küçük bir karşı¬
laştırma bunu açıkça gösterir:
‘Atıyye Fâtıma hânım ki tâzelikde dirîg
Verem dedikleri derd etdi kâmetin iki kat
Eser-pezîr-i devâ olmayıp o dâ-i ‘udâl
Bitirdi şerbet-i merg ile hâdimü’l-lezzât
İşitdi vâlidi yandı yakıldı Edimede
Unutmaz anı gönül tâ-be-haşr-ı mahlûkât
Kemâl-i hüzn ile kayd etdi lafz-ı târihin
İkiyüz ellide yedide ‘Atıyyem etdi vefât
(Âkif Paşa 1997: 159)
Kızı için yazdığı bu mersiyede kuru bir ifadenin içinden geleneğe bağlı
konuşan şair, torunu için yazdığı Mersiye'de şiiri zihnî plândan çıkarır, onu
bir duygunun malı, bir duygunun kendisi yapar. Ölüme uzaktan bakan tarih
manzumesinde şair, bir ölüm haberini verir gibidir. Oysa torunu için yazdığı
şiirde ölüm, insanı içten saran onun hayat karşısındaki dramatik duruşunu ku¬
ran temel gerçekliği olur.
Edebiyat tarihçisi dikkatiyle ‘ölümle değişme' meselesini klâsik Türk
edebiyatı dairesi içerisinde yenileşme fikriyle ele alan A. H. Tanpınar, “Mak-
ber’in esas temlerinden biri olan ‘ölümle değişme’fikrinin de bu koşma ile
başlaması, yahut bu temin öteden beri her edebiyatta az çok mevcut olduğu
düşünülürse, yenileşmesidir.” (Tanpınar 1982: 99) görüşünü ileri sürer. An¬
cak, Mikhail Baktine’nin de işaret ettiği gibi hiçbir edebî “‘söylem’, ‘önceden
söylenmiş ’e, ‘bilinen ’e, ‘ortak düşünce ’ye vb. yönelmeden edemez” (Aktulum
1999. 26). Bir edebî metnin, “ister çağdaş ister eski, ister klâsik metinler söz ko¬
nusu olsun, metinlerarasının her yazı kılgısına özgü değişmez bir özellik olduğu¬
nu, hiçbir metnin daha önce yazılmış başka metinlerden bağımsız olarak yazıla¬
mayacağını, açık ya da kapalı bir biçimde her metnin daha önce yazılmış metin¬
lerden izler taşıdığını,” bazı bakımlardan önceki metinleri hatırlattığını ifade etme¬
liyiz (Aktulum 1999: 19). Böyle bir yapı, genişleyen yelpazede metinlerarası iliş¬
kiler ağını karşımıza çıkaracak, bunların tespit ve yorumunu gerekli kılacaktır. Me-
tinlerarası ilişkilerin bu geniş yelpazesi, bir metnin hiçbir zaman kesin ve son bir
çözümlemesinin olmayacağını, her yeni bağlantıyla birlikte yorumcunun yeni ke¬
şiflerde bulunabileceğini ve her keşiften sonra da metnin kendini yeniden yara¬
tacağını gösterir (Eco 2003: 49-50).
Probleme bu çerçevede yaklaştığımızda A. H. Tanpmar’m edebiyat tarih¬
çisi dikkatiyle yenilik olarak baktığı ve üzerinde ısrarla durduğu bu, ‘ölüm hâ¬
disesine realist dikkatle yaklaşma' ve ‘ölümle değişme' fikrinin Anadolu
Türkçesinin erken dönem şairleri arasında yer alan Yunus Emre’nin şiirlerin¬
de de geçtiğini görürüz. Yunus Emre’yi okuyup okumadığı konusunda elimiz¬
de bilgi olmamakla birlikte Âkif Paşa’nm Yunus Emre’yi okuması kuvvetle
muhtemeldir. Hatta aksi bile olsa bu durum, onun Mersiye'sini, aynı medeni¬
yet dairesinde, aynı geleneğin içerisinde yer alan Yunus Emre’nin şiirleriyle
metinlerarası ilişkiler çerçevesinde değerlendirmemize engel teşkil etmez.
Âkif Paşa’dan beş yüz yıl kadar önce mezarlık âleminin içine eğilen Yu¬
nus Emre, ölümle bedenin değişmesi fikrinden birer ibret levhası çıkarır. Âkif
Paşa’nın Mersiye'si ile metinlerarasılık kurabileceğimiz geniş malzeme sunan
şiiriyle şair, insan vücudu üzerinde karar kılan dikkati ve ısrarıyla mezarın içi¬
ni kendi gerçekliğinde görmeye ve göstermeye çalışır:
Sabahın sinlere vardum gördüm cümle ölmiş yatur
Her birî bî-çâre olup ‘ömrin yavı kılmış yatur
Vardum bunlarun katına bakdum ecel heybetine
Niçe yiğit murâdına irememiş ölmiş yatur
Yimiş kurd kuş bunı keler niçelerin bagnn deler
Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur
Toprağa diişmiş tenleri Hakk’a ulaşmış cânları
Görmez misin sen bunları nevbet bize gelmiş yatur
Esilmiş incü dişleri dökilmiş saru saçları
Bitmiş kamu teşvişleri Hak varlığın almış yatur
Gitmiş gözünin karası hiç işi yokdur turası
Kefen bizintin pâresi sünüge sarılmış yatur
Yunus ‘âkilisen bunda mülke sûret bezemegil
Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur
(Yunus Emre 1997a: 131-132)
Bu mısralardan da anlaşılacağı üzere Âkif Paşa’nın Mersiye'si, Yunus
Emre’nin şiirindeki ‘ölüm hâdisesine realist dikkatle yaklaşma' ve ‘ölümle
değişme' fikri ile dikkate değer benzerlikler sergilemektedir. İki şiir arasında¬
ki paralellikler ‘ölüm hâdisesine realist dikkatle yaklaşma' ve ‘ölümle değiş¬
me' fikri etrafında metinlerarasılık kurabileceğimiz yapıdadır. Her şeyden ön¬
ce iki şiir de maddî varlığın, yani insan bedeninin ölümünün ifadesinde birle¬
şir.
Âkif Paşa, ıstırap içinde dikkatle eğildiği mezardaki torununun cesedi¬
nin ölümle değişmesini sorgularken,
Tagayyürler gelip cism-i semîne
Döküldü mü siyâh ebrû cebîne
Sırma saçlar yayıldı mı zemîne
Dağıldı mı kokladığım sünbüller
sorularını yöneltir. Şiirde yer alan “cism-i semîn" terkibinde görüldüğü
üzere mezarın içindeki çocuğun vücudunu ‘yasemin cisim', ‘yasemin çiçeğin¬
den yapılmış vücut, yasemin çiçeği gibi vücut' şeklinde bir metaforla verir ve
yasemin çiçeğinin solmasıyla cesedin ölümden sonra değişmesi arasında ilgi
kurar. Buna benzer şekilde Yunus Emre de,
Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur
derken mezarın içindeki çocuk (nâ-reste) vücudunun ölümden sonraki
değişimini gül benzetmesiyle dikkatlere sunar. Âkif Paşa’nın benzetmesiyle
metinlerarasılık kurulabilecek tarzda Yunus Emre’nin bu mısraında da gülün
solması gibi mezardaki küçük çocuğun vücudunun rengi solmakta ve yapısı
değişmektedir. Görüldüğü üzere her iki şair de ‘ölümle değişme’ fikrini ele
alışta aynı hayalde ve benzetmede birleşir. Esasen bu ‘ölümle değişme' fikri¬
ni, gelenek içerisinde Yunus Emre’nin de beslendiği kaynak olan Ahmed-i
Yesevî’ye kadar çıkarabiliriz. Ahmed-i Yesevî’nin şiirleri arasında ‘ölümle
değişme' fikrinin dikkatlere sunulduğu,
kızıl gül dik yüzüng bolğay misl-i saman
(kızıl güle benzer yüzün saman olur)
(Ahmed-i Yesevî 1983: 258-259)
gibi, insan bedeninin ölüm sonrasında değişimini tasvire yarayan mısra¬
larla karşılaşılır.
Akif Paşa Mersiye'sinde,
Sırma saçlar yayıldı mı zemîne
mısraıyla ölümle değişmeyi sorgularken, realist bir bakışla, sırma gibi
sarıya çalan saçların zamanla bedenden ayrılarak mezarın içinde zemine ya¬
yılması fikrini getirir. Biz aynı benzetme ve saçların mezarın içinde toprağa
dökülmesi (yayılması) tasviriyle Yunus Emre’de de karşılaşırız. Yunus Em¬
re’nin,
Esilmiş incü dişleri dökilmiş saru saçları
söyleyişindeki “dökülmüş saru saçları” ibaresi metinlerarası düzlemde
aynı realist dikkati ve bakışı verir.
Âkif Paşa, sorgulayan bakışım mezardaki torununun üzerinde gezdirir¬
ken küçük çocuğun vücuduna ait bazı unsurları sayar:
Döküldü mü siyâh ebru cebîne
Sırma saçlar yayıldı mı zemîne
Dağıldı mı kokladığım sünbüller
Bil mısralarda çocuğun kaş ve saç rengi gibi fizikî özellikleri, realist
dikkati öne alan bir bakışla sergilenir. “Sünbiil'' gibi klişe bir ifade bile şiir¬
deki bu realist bakışı bozmaz. Yunus Emre ise, insan vücudu üzerindeki dik¬
katini Akif Paşa’nın Mersiye’sine göre daha geniş bir çerçeveye oturtur:
Gitmiş gözünin karası hiç işi yokdur turası
Kefen bizinün pâresi sünüge sarılmış yatur
mısralarında, “göz”, “gözünin karası” söyleyişinde gözün rengi, kemik
anlamına gelen “süniig” hep bu ölen kişinin uzuvlarındaki değişmeyi sergile¬
meye yönelik ifadelerdir.
Erken dönem Anadolu Türk edebiyatında ölüm hâdisesini kendi realite¬
sinde görmede ve edebî eserin dünyasına taşımada Yunus Emre yalnız kal¬
maz. Şeyyad Hamza ve Âşık Yunus gibi şairlerin şiirlerinde de ölüm fikrinin
realist tasviriyle karşılaşırız. Yunus Emre ile çağdaş sayabileceğimiz Şeyyad
Hamza, veba salgını üzerine yazdığı kaside şeklindeki mersiyesinde,
Göresin bir kafa yatur çürümiş
(Akar 1987: 4)
derken mezarın içine yönelen dikkatiyle ‘ölümle değişme’ fikri üzerinde
durur.
Yunus Emre’den sonra onun takipçisi Âşık Yunus’ta da mezarlık âlemi¬
nin buna benzer şekilde dile getirilişi ile karşılaşırız:
Yûnus dir ki gör takdîrün işleri
Dökülmişdür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşlan
Ne söylerler ne bir haber virürler
(Yunus Emre 1997b: 83)
Şair özellikle,
Dökülmişdür kirpikleri kaşları
derken Âkif Paşa’nın,
Döküldü mü siyâh ebrû cebîne
mısraıyla metinlerarası düzlemde birleşir. Yalnız Âkif Paşa, bütün şiir
boyunca monolog şeklinde kalan, muhatabında cevabını bir türlü bulamayan
sorusunu ısrarla mezardaki torununa yöneltir. Âşık Yunus ise,
Başları üstünde hece taşlan
Ne söylerler ne bir haber virürler
derken mezardaki insanların konuşmayacağım bilir.
Âşık Yunus, İslâm medeniyetinin algısı içerisinden ibret gözüyle baktığı
dünyanın gelip geçici olduğunu belirtmeye yarayan “yalancı dünya” kodla-
masıyla hayat felsefesini ve insanın değişmez yazgısını da ifade alanına döker:
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber virürler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber virürler
(Yunus Emre 1997b: 83)
Âkif Paşa’nın Mersiye'sinde ise dünya şaire kin besleyen “feleğin" onu
cezalandırdığı yerdir. Nitekim,
Feleğin kînesi yerin buldu mu
diyen şair, başına gelen bu felâketi yine İslâm medeniyeti dairesinde her
türlü kötülüğün kaynağı olarak değerlendirilen ‘feleğe’ yüklerken Yunus’la
aynı klâsik kültürün ve zihniyetin içinden konuşur.
Âkif Paşa’nın şiiri bitiren,
Acaba çürüdü toprak oldu mu
Öpüp ohşadığım o pamuk eller
mısralarına karşılık Yunus Emre’de,
Yunus ‘âkilisen bunda mülke sûret bezemegil
Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur
söyleyişini buluruz. Yaşadıkları çağın farklı olmasına rağmen aynı kültür
dairesinde yer alan her iki şairde de ölümle birlikte “toprak olmak” kavrayı¬
şı dile getirilir. Maddî ölümün, insan bedeninin canlılığını kaybedişinin ifade
alanına taşınmasındaki dikkat ortaktır. Gerek Âkif Paşa, gerek Yunus Emre ve
gerekse Âşık Yunus bu şiirlerinde ölüm hâdisesinin ifadesini insan bedeniy¬
le sınırlar.
Âkif Paşa’nın Mersiyemin Türk edebiyatı geleneği içerisinde bir baş¬
ka kolla, halk şiirinin ağıt geleneği ile de metinlerarası ilişkisini kurmak
mümkündür. Ölüm teminin halk şiirinin ağıtlarında da insan bedeniyle kendi
gerçekliği içinde ele alındığı söyleyişlerle zaman zaman karşılaşırız. Halk şi¬
irinden aktaracağımız şu örnekler,
Âhır işte ecel şarabına kandım
Canım teslim edüp tabuta kondum
İşte kara yerin altına indim
Hayır duâ edin rûhum şâd edin
(Elçin 1990: 174)
Öldürürsin eğnim başım soyarsın
Şol nâzik tenimi yere koyarsın
(Elçin 1990: 176)
her ne kadar ölüm hâdisesi üzerinde derinleşmese de, ‘öliim hâdisesine
realist dikkatle yaklaşma’da. ve mezarın içini dikkatlere sunmada, bu fikrimi¬
zi belirli ölçüde destekleyecek mahiyettedir. Halk şiiri bazen ölüm hâdisesi¬
nin üzerine eğildiğinde onu gerçekçi bir bakışla kendi çıplaklığında sergile¬
mesini bilir.
Bu küçük Mersiye’nin Türk edebiyatındaki yerini ve fonksiyonunu be¬
lirlemek isteğiyle “Türk romantizminin başlangıcını bizce bu eserde arama¬
lıdır.” diyen A. H. Tanpınar, Âkif Paşa’nın Mersiye’sindeki eski klişe sözler
üzerine de dikkat çekerek, “Vâkıa burada da klişe vardır. ‘Gonce-dehen, fi¬
rak, telh-kâm, sünbul (saç yerine)’gibi kelimeler ve tâbirler, gülşende hatır¬
lama gibi şairâne söyleyişler, uzun bir kullanışın halk ağzında dahi tesirini
tükettiği unsurlardır. Fakat Âkif Paşa’nın koşması onlarla büsbütün başka
bir terkip kurar.” (Tanpınar 1982: 99) tespitinde bulunur. A. H. Tanpınar’ın
işaret ettiği, fakat ifade etmediği tertip, şiirin bütün bu sevgili etrafında var¬
lık kazanan kelime kadrosunun artık ölmüş bulunan küçük torunun ifadesine
çevrilmiş olmasıdır. Mersiye’yi biraz da bu kelime kadrosunun, geleneğin be¬
lirlediği fonksiyonun dışında kullanılmış olması, yeni ve ilgi çekici kılar.
Tanpınar’ın, yukarıda da işaret ettiğimiz, “bu kiiçiik manzume ile Edhem
Pertev Paşa’nın ‘Tıfl-ı nâim’ tercümesinden evvel çocuk ve çocuk sevgisi
temlerinin edebiyatımızda başladığını da söyleyelim.” (Tanpınar 1982: 100)
tespitine de ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zira, henüz yatay ve dikey boyutta
ciddî etüdü yapılmamış olan Türk edebiyatı içinde A. H. Tanpınar’ın bu tespi-
tini sınırlı çerçevede de kalsa Yunus Emre’ye kadar genişletme imkânına sa¬
hibiz. Yunus Emre’nin mezarın içine eğilen dikkati çocuğu da ihmal etmez.
Şairin,
Şol ufacık ııâ-resteler gül gibice solmış yatur
mısraında kullandığı ‘ergenlik çağına gelmemiş küçük çocuklar' anla¬
mındaki “nâ-resteler" kelimesiyle Akif Paşa’dan çok önce ölmüş çocuğa acı¬
ma ve merhamet duygusunun karıştığı bir sevgiyle yaklaştığı görülür. Yunus
Emre divanında genç ölümü konu alan başka mısralara da rastlanır:
Bu dünyede bir nesneye yanar içüm göyner özüm
Yigid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi»
(Yunus Emre 1997b: 490)
Daha önce de belirttiğimiz gibi Akif Paşa, Mersiye ile yenileşme döne¬
mi sanatkârlarına tesir eder. “Tanzimat’tan sonraki şiirde o kadar mühim bir
yer tutcm ferdî ölüm karşısındaki vaziyet ve mersiye şiiri de ona bağlanabilir.
Bunların içinde Hûmid’in ‘İbn-i Mûsâ’daki Ümmü’l-Asâm’ın türküsünü ve
bütün sahneyi, ‘Nejad Ekrem ’deki hece vezni manzumelerin birçoğunu doğ¬
rudan doğruya devamı olarak sayabiliriz." (Tanpınar 1982: 99). Gerek Ab¬
dulhak Hâmit’te, gerekse Recaizâde Mahmut Ekrem’de yer tutan, başta Ara
Nesil mensupları olmak üzere daha sonraki nesillerde de devam eden “Kita-
be-i Seng-i Mezar"lan, mezarlık tablosunu, ölüm hâdisesi etrafında gelişen
dikkati ve hissî hayatı bir tarafıyla Âkif Paşa’ya bağlamak doğru olacaktır.
Abdülhak Hâmit’in Makber'de mezar üzerinde toplanan dikkatinin yanında,
Bak bak, ne değişmiş ol semenberL
Gül çehresi, bak, ne yolda muğber...
(Tarhan 1982: 46)
gibi söyleyişlerle ‘ölümle değişme'yi verişi hep aynı kaynağı işaret eder.
Yine benzer şekilde Recaizâde Mahmut Ekrem, oğlu Nijâd Ekrem’in ölümü
üzerine yazdığı Âh Nijâd başlıklı şiirinde heceyle,
Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor
Hayalin çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor
(Ekrem 1997: 405)
derken Akif Paşa’nın ölüm karşısındaki tavrına, diline ve söyleyişine
yaklaşır. Aynı şiirin.
Bu kayguya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor?
(Ekrem 1997: 405)
mısralarında Âkif Paşa’nın mezarın içine yönelen dikkatiyle birleşir. Ar¬
tık yeni sanatkâr klasik şiirin estetik dünyasından uzaklaşmış, yeni bir söyle¬
yişi kurmanın peşine düşmüştür.
Tecrit esasına bağlı sanat eseri vücuda getirme çabasında olan klâsik şa¬
ir, şiirini bağlı olduğu estetik daire içerisinde kuracaktır. Böyle bir estetik ya¬
pı, ‘mimesis' esasına bağlı sanat eserinde gördüğümüz dış dünyanın birebir
yansıtılması ilkesine bağlı kalmaz, ondan farklı şekilde eser ortaya koyar. Dış
dünyanın gerçekliğini, yaşanan gerçekliği aşarak, onu soyutlayıp genelleye¬
rek üst bir gerçeklik alanı kurar. Artık sanatkâr, sanat eserinde dış dünyada ya¬
şanan gerçekliğin üstüne çıkarak kurduğu bu üst gerçeklik alanından konuşur.
Divançesinde ölümle ilgili başka şiirleri de bulunan Akif Paşa, ferdin ve
“ben”in ifadesi olması bakımından Adem Kasidesi’nde de karşılaştığımız gibi,
bu küçük Mersiye ile klâsik edebiyatın dışına düşer ve yeni bir estetik algının
içinden konuşur. Bu estetik algı değişimiyle artık sanat eseri ferdin ölümünü,
ölüm sonrasında cesedin geçirdiği değişimi ve bunun şairin iç dünyasında ya¬
rattığı büyük ıstırabı dile getirir. Şiiri bir tarafıyla ilgi çekici kılan, edebiyat
araştırmacılarının dikkatinin üzerinde toplanmasını sağlayan da bu olmalıdır.
Âkif Paşa, Adem Kasidesi ile Mersiye'ât hem bağlı olduğu klâsik şiir
estetiğinin dışına çıkar, hem de kendi şiirinin ana karakteristik yapısının uza¬
ğından konuşur. Şairin yaptığı asıl yenilik burada aranmalıdır. Oysa klâsik sa¬
natkâr, “geleneğin devamlı tesir ve müdahalesi altında kalmıştır. Bu edebiya¬
tın terbiyesini alınış şair için geleneğin dışında bir şey tasavvur etmenin,
onun tanımadığı, getirmediği başka şeyleri denemenin yollan kapalıdırf...)
Gelenek dış âlemde görülen her şeyi, yaşanılan her duygu ve hayat tecrübe¬
sini değil, bunlar arasından yaptığı seçimin getirdiklerini şiire işlenecek ko¬
nu olarak verir.” (Akün 1994: 421). Ancak sanatkârdan sanatkâra değişen il¬
ham ve mahallîleşme cereyanı geleneğin içerisine bazı yeni unsurları taşır
(Akün 1994: 421). Âkif Paşa, Adem Kasidesi ve Mersiye ’siyle işte bu gele¬
neği kırar. Artık yeni ve farklı bir eşya ve varlık anlayışının içinden konuşur.
Bu da şairin yaşanan hayatın gerçekliğini görmesini ve göstermesini sağla¬
yan estetik düzlemi kurar.
Akif Paşa’yı boy leşine farklı bir estetiğin dairesi içinden konuşturan se¬
bep neydi? Eğer Paşa’nın herhangi bir batı dili bilmediği konusunda Gibb’in
tespiti (Tanpınar 1941: 245) doğruysa, dolayısıyla bu ölüm temini devri için¬
de yeni bir dikkatle ele alması durumunu sadece tesadüfle açıklamak pek de
isabetli olmayacaktır. Kanaatimizce Âkif Paşa’yı, muayyen ölçüler içinde de
kalsa, klâsik Türk edebiyatının estetik dairesinin dışından konuşturan saikle-
rin başında, zaman zaman “ben”in ferdî boyutta gelişen buhranını ve ıstırap¬
larını doğrudan ortaya koyma ihtiyacı duymuş olması bulunmaktadır. Torunu¬
nun ölümünün ruhunda yarattığı ıstırap, onun klâsik edebiyatın teşrifatından
sıyrılarak çektiği acıları, halk ağıtlarını hatırlatan çıplak dille samimi bir şekil¬
de ortaya koymasına zemin hazırlamış gibidir. 1887’de Yozgat’ta doğan, 1813
yılına kadar burada yaşayan, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Anado¬
lu’nun bu küçük yerleşim biriminde geçiren Âkif Paşa’nın (Kavaz 2002: 9)
böyle bir psikoloji içinde, biraz da şuuraltının sürüklediği ortamda, kendini
halk şiirinin kaynağında bulması gayet tabiî görünmektedir. Böylece çok sa¬
yıda sanatkârın yüzyıllardır kullana kullana eskittiği klişe tabirlerden de belir¬
li ölçüde uzaklaşarak kendisi olur ve içinde bulunduğu yakıcı duyguları doğ¬
rudan ifade alanına taşıma imkânına kavuşur. Mersiye'de şairin duygularına
saz şiirinin (Tanpınar 1941: 245) de refakat ettiğini gözden kaçırmamak ge¬
rekir. Şüphesiz, Tanpınar’ın da işaret ettiği gibi bu küçük şiirin yeni bir söy¬
leyişi aralamasında saz şiiri formunun sunduğu imkân dikkate değer. Bir ba¬
kıma ancak ıstırabıyla insan olan Âkif Paşa, geleneğin dışına çıktığında, ken¬
disi olduğunda ve insanı kendi realitesinde bulduğunda dikkatleri üzerinde
toplamayı başarır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, A. H. Tanpınar’ın “an¬
cak sıkıntı ve ıztırap anlarında şair olan Akif Paşa” (Tanpınar 1982: 93) ni¬
telemesi bu manadadır.
Bütün bu metinlerarası ilişkiler çerçevesindeki değerlendirmeler, ölümü
kendi gerçekliğinde görme ve ‘ölümle değişme’ fikrinin Âkif Paşa’dan önce
başta Yunus Emre olmak üzere çeşitli şairler tarafından işlendiğini gösterir.
Bazı edebiyat tarihçisi ve araştırmacılarca Âkif Paşa’nın yaptığı bir yenilik
olarak gösterilen ‘ölümle değişme' temi, ancak dönemi içinde değerlendiril¬
diğinde bir anlam taşır. Şüphesiz Türk edebiyatında ölüm teminin değişim ve
gelişim seyrinin takibi böyle bir yazının sınırlarını aşar. Daha başka ve geniş
bir çalışmanın konusu olmak durumundadır. Henüz Türk edebiyatında temle¬
rin gelişim ve değişimi üzerine monografik çalışmalar yapılmadığı için bu
noktada kesin hükümlerden kaçınılması gerektiğini göstermesi bakımından
Âkif Paşa’nın Mersiye'si iyi bir örnek olarak önümüzde durmaktadır.
AHMED-İ YESEVÎ, (1983). Dîvân- Hikmet’ten Seçmeler, Hazırlayan: Kemal Eras-
lan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
AKAR, Metin (1987). “Şeyyad Hamza Hakkında Yeni Bilgiler-I”, Marmara Üniver¬
sitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, S. 2, İstanbul.
AKTAŞ, Şerif, (1996). Yenileşme Dönemi Tiirk Şiiri ve Antolojisi 1, Akçağ Yayınla¬
rı, Ankara.
AKİF PAŞA, (1305). Tabsıra-i Âkif Paşa, Matbaa-i Ebuzziya, Konstantiniyye.
ÂKİF PAŞA, (1997). Âkif Paşa Divançesi, Hazırlayan: M. A. Yekta Saraç-M. Fatih
Andı, İlmî Araştırmalar, S. 4, İstanbul.
AKTULUM, Kubilây (1999), Metinleranrası İlişkiler, Öteki Yayınevi, Ankara..
AKÜN, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 9, İs¬
tanbul..
DEMİR, Yavuz, (1992). “Longing for Death: Goethe’s The Sorrows Of Werther and
Âkif Pasha’s Adem Kasidesi”, Ondokuzmayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi, S. 7, Aralık, Samsun.
DEMİRCİ, Mehmet, (1987). Mutasavvıflara Göre Ölüm, İslâmî Araştırmalar, S. 3.
EBUZZİYA TEVFİK, (1308). Nunıûne-i Edebiyat-ı Osmaniye, Kostantiniyye.
ECO, Umberto, (2003). Yorum ve Aşın Yorum, (Çeviren: Kemal Atakay), Can Yayın¬
ları, 2. Baskı. İstanbul.
ELÇİN, Şükrü (1990). Türkiye Tiirkçesinde Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınlan. An¬
kara.
GİBB, E. J. Wilkinson, (1999). Osmanlı Şiir Tarihi - A History Of Ottoman Poetry,
C. III-IV-V, (Çev. Ali Çavuşoğlu), Akçağ Yayınları, Ankara.
İNAL, İ. Mahmut Kemal, (1988). Son Asır Türk Şairleri, C.I, 3. Baskı, Dergâh Ya¬
yınları, İstanbul.
İSEN, Mustafa, (1993),. Acıyı Bal Eylemek Türk Edebiyatında Mersiye, Akçağ Ya¬
yınları, Ankara.
KAPLAN, Mehmet, (1978). Şiir Tahlilleri I, Dergâh Yayınlan, 6. Baskı, İstanbul.
KAVAZ, İbrahim, (2002). Belgelerle Âkif Paşa Hayatı ve Eserleri, Üniversite Kita-
bevi, Elazığ.
KOLCU, Ali İhsan, (2002). Türk Şiirinde Yokluk Fikri ve Akif Paşa’nın Adem Kasi¬
desif, Akçağ Yayınları, Ankara.
KOLOĞLU, Orhan, (1986). Miyop Çörçil (Churchill) Olayı ve -Cerîde-i Havadis’in
Ö\kiisü-, Yorum Yayıncılık, Ankara.
MUALLİM NÂCİ (1308). Esâmî.
MUALLİM NÂCİ, (1995). Osmanlı Şairleri, Hazırlayan: Cemal Kurnaz, MEB Ya¬
yınları, Ankara.
ÖLMEZ, Ahmet, (1997). “Bilgegil Hocamız ve Onun Dilinden ‘Adem Kasidesi’ Şer¬
hi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil Armağanı, nr. 5,
Sivas.
ÖZGÜL, M. Kayahan, (2000). Arayışlar Devri Türk Şiiri ve Antolojisi, Türkiye Di¬
yanet Vakfı Yayınları, Ankara.
PARLATIR, İsmail, (1988). “Akif Paşa”, Büyük Türk Klâsikleri, C. 8, Ötüken Neş¬
riyat, İstanbul.
RECAÎ-ZADE M. EKREM, (1997). Bütün Eserleri II, Haz. İ. Parlatır-N. Çetin-H.
Sazyek, MEB Yayınları, İstanbul.
SEVÜK, İsmail Habib, (1943). Tanzimat'taıı Beri Edebiyat Antolojisi, Remzi Kita-
bevi. İstanbul.
ŞEMSEDDİN SÂMİ, (1996). Kamusu'l-A’lâm, Tıpkıbasım, Kaşger Neşriyât, Anka¬
ra.
SÜLEYMAN NAZİF ,(1926). Âkif Paşa’nın Müceddidliği, Servet-i Fünûn, S. 94.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1941). “Âkif Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, cüz: 4, İstan¬
bul.
TANPINAR. Ahmet Hamdi,(1982). I9’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan
Kitabevi, İstanbul.'
TANPINAR, Ahmet Hamdi, (1992). Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları,
İstanbul.
TARHAN, Abdülhak Hâmid, (1982). Bütün Şiirleri-2 Makber / Ölü / Hacle /
Bâlâdan Bir Ses, Hazırlayan: İnci Enginün, Dergâh Yayınları, İstanbul.
UÇMAN, Abdullah, (1989). “Âkif Paşa”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. II, İstanbul.
YETİŞ, Kâzım, (1989). Nâmık Kemal’in Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Görüşleri ve
Yazıları, İ Ü Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul.
YUNUS EMRE, (1997a). Yunus Emre Divanı II, Hazırlayan: Mustafa Tatcı, MEB
Yayınları, İstanbul.
YUNUS EMRE, (1997b). Yunus Emre Divanı IV, Hazırlayan: Mustafa Tatcı, MEB
Yayınları, İstanbul.